Ben Hüseyin. Üç çocuğum vardı

htht

Zarfı elime alınca parmaklarım titredi. Yıllardır adımı biri ilk kez bu kadar ciddiyetle söylüyordu. Açmaya korktum. “Kötü bir haber mi var?” diye düşündüm. Sonra içimde bir ses, “Zaten iyi bir haber bekleyen biri değilsin,” dedi.

Zarfı yırttım. İçinden kısa bir mektup çıktı. Yazıyı hemen tanıdım. En büyük oğlumun el yazısıydı.

“Baba,
Seni ziyarete gelemedik. Arayamadık. İş güç derken zaman geçti. Hakkını helal et. Yakında sana uğrayacağız.”

Hepsi bu kadardı. Kâğıtta ne tarih vardı ne de bir imza. Üç cümle. Üç cümleyle yılların sessizliği kapatılamazdı. İçimde bir boşluk açıldı. Yabancı adam yüzüme baktı:

“Devamı da var,” dedi. Cebinden bir kâğıt daha çıkardı.
“Bu da devlet yazısı… oğlunuzun kazada öldüğünü bildiriyor. Cebinde bulduk, mektup size yazılmıştı.”

Dünya bir an durdu. Dizlerim çözüldü sandım. Elimdeki kâğıt yere düştü. Ölmüş… Benim aramasını beklediğim, “belki bu hafta gelir” dediğim oğlum… Çoktan ölmüş.

Yıllardır sessiz kalan telefonumun, çalmayan kapımın nedeni buymuş meğer. Unutulduğumu sanmıştım, meğerse bir kısmı beni unutacak kadar bile yaşayamadı. Diğer iki çocuğumun nerede olduğunu bilmiyorum. Belki yaşıyorlar, belki onlar da çoktan toprağa karıştı. Kimse haber vermez bana zaten.

Adam yanımda bekledi ama konuşacak hâlim yoktu. Sırtımdaki odun bir anda taş gibi ağırlaştı. Bastonuma yaslandım. Gözüm yola kaydı. Eve dönmem gerekiyordu ama artık o eve dönecek bir sebebim var mıydı, bilmiyordum.

Yavaşça dönüp yürüdüm. Her adımda nefesim daha çok daraldı. Eve vardığımda odunları kapının kenarına bıraktım. İçeri girip sobanın önüne oturdum. Elleri titreyen, sesi çıkmayan yaşlı bir adamdım artık. Kâğıtları dizime koydum.

“Oğlum,” dedim fısıltıyla, “sen beni aramasan da ben seni hep bekledim.”

Sonra sobada yanan ateşe baktım. O an anladım ki insanı en çok üzen şey ölüm değil… gecikmiş bir sesin hiç gelmemesi.