Bir Hemşirenin Bakımını Üstlendiği Hasta Hakkında Beklenmedik Bir Gerçeği Nasıl Öğrendi

son

Genç bir hemşire, komadaki bir milyonerle ilgileniyordu, fakat adam aniden uyandığı anda gerçekten inanılmaz bir şey oldu.
Batıköprü Özel Kalp Hastanesi’nin florasan ışıkları, tertemiz beyaz koridorların üzerinde steril bir uğultu yayıyordu; Ayşe Munar da bu koridorlardan ilerliyordu. Yaklaşık iki yıldır bu serviste hemşireydi, ama bugün… bugün bir tuhaflık vardı.
Nöroloji bölümünün başı olan Doç. Dr. Haluk Erdem’den gelen beklenmedik çağrıyı aldığı andan itibaren göğsünde garip bir düğüm oluşmuştu.
Ne olabilirdi?
Bir hata mı yapmıştı?
Başka bir servise mi alınacaktı?
Ağır ve cilalı maun kapıya hafifçe tıklamadan önce derin bir nefes aldı.
“Giriniz.”
Kapıyı açıp içeri girdiğinde, Dr. Erdem’i geniş pencerenin yanında ayakta buldu. Elleri arkasında kenetlenmişti. Normalde personeli üzerinde sert, keskin bir bakışı olurdu, fakat bugün dalgındı; sanki şehir manzarasının içinde kaybolmuştu. Oda, antiseptiğin ağır kokusu ve pahalı deri koltukların keskin kokusuyla doluydu. Hava her zamankinden daha yoğun görünüyordu.
“Ayşe,” dedi sonunda, ona dönerek.
Sesi ölçülüydü; ciddiyetini Ayşe çok nadir duyardı.
“Özel ilgi gerektiren bir hasta görevlendirmemiz var. Bu iş… yürek isteyen bir iş.”
Ayşe’nin kaşları şaşkınlıkla çatıldı.
“Yürek isteyen bir iş mi? Nasıl bir hasta?”
Dr. Erdem bir süre ona baktı, ifadesi okunaklı değildi. Sonra masanın üzerindeki kalın dosyayı işaret etti.
“Mert Karaca,” dedi.
İsim Ayşe’ye tokat gibi çarptı.
Nefesi bir anlığına kesildi.
Mert Karaca.
Dosyanın kapağı, zaten her şeyi anlatıyordu: bir yıl önce şehirde manşetlere taşınan korkunç kaza… Komaya girdiği o ölümcül gece… Genç yaşta imparatorluk kuran sert, acımasız, yenilmez iş adamı…
Ve şimdi?
Bilinçsiz bir beden.
“Ailesi pek uğramıyor,” diye devam etti Dr. Erdem. “Personelin çoğu ise sadece zorunlu olduğu için kontrol yapıyor. Ama bu hasta… gerçekten ilgi gerekiyor.”
“Gerçekten… önem verecek biri.”
Ayşe, dudağını hafifçe ısırdı. Sözlerinde gizli bir ağırlık vardı.
“Ve bunun ben olduğumu düşünüyorsunuz?”
Dr. Erdem başını ciddi bir şekilde salladı.
“Evet.”
Ayşe derin bir nefes verdi.
Bu görev ürkütücüydü. Belki de hiç uyanmayacak bir adamla ilgilenecekti. Bir zamanlar binlerce insanın hayatını yönlendiren bir adamla.
Ama Ayşe daha cevabını söylemeden biliyordu.
“Kabul ediyorum.”
Doktorun dudakları ince bir çizgiye dönüştü ama gözlerinde hafif bir memnuniyet parladı.
“İyi. Nöbetin bu akşam başlıyor.”
Hastanenin en üst katındaki özel süite girdiğinde Ayşe kendini anında sessizliğin içinde buldu. Diğer steril odalardan farklıydı burası. Avizeler loş ışık yayıyor, koyu meşe mobilyalar lüks bir hava veriyordu.
Ve tüm bu sessiz ihtişamın ortasında Mert Karaca yatıyordu.
Ayşe onu detaylıca görünce nefesi kesildi.
Tüm kablolar, tüpler, makinelerin ritmik sesi… ama yine de adam… yakışıklıydı.
Keskin bir çene yapısı, solgun teninde belirgin kirpikler… Geniş omuzlarının hatları hastane önlüğünün altından bile belli oluyordu. Sanki sadece derin bir uykudaymış gibiydi. Ama bu uyku… sıradan bir uyku değildi.
Bu, sonu olmayan bir sessizliğin içindeki bir adamdı.
Ayşe elindeki ılık kompresi aldı. Yumuşak hareketlerle yüzüne dokunduğu an, omurgasından yukarı doğru bir ürperti yükseldi.
Sanki… onu hissediyormuş gibi.
Sanki derinlerde bir yerde, Ayşe’nin varlığının farkındaymış gibi.
Tek ses, kalp monitörünün sabit, ritmik sesi oldu.
Ayşe başını sallayıp garip hissi atmaya çalıştı.
Her zamanki gibi işine döndü: kollarını, göğsünü sildi, bedenini temizledi.
“Bu konuda pek fikrin yok galiba, değil mi?” diye fısıldadı kendi kendine.
Sessizlik.
“Tamam, bunu ‘hayır’ olarak alıyorum.”
Gülümsemesine engel olamadı.
Günler geçti… rutin bir ritme oturdu.
Ayşe her sabah ve akşam oradaydı.
Mert’i yıkıyor, değerlerini kontrol ediyor, çarşaflarını değiştiriyor…
Ve zamanla…
Onunla konuşmaya başladı.
Gerçekten konuşmaya.
“Bugün yine yemekler berbattı Mert,” diyordu serum değiştirirken.
“Senin o servetle bile dayanabileceğini sanmam.”
Elbette cevap yoktu.
“Ama ya dinliyorsan?”
Beep… beep… beep…
Monitör sanki ritmini onun sesiyle ayarlıyordu.
Birkaç hafta sonra, yüzünü silerken elinin altında bir hareket hissetti.
Ayşe dondu.
El… hafifçe oynamıştı.
“Hayal mi gördüm?” diye fısıldadı.
Sonraki günlerde bunu tekrar hissetti.
Bileğine hafif bir baskı…
Bu kez tamamen gerçekti.
Mert’in parmakları kıpırdamıştı.
Ayşe bunu hemen doktora bildirdi.
“Hareket etti mi?” diye sordu Dr. Erdem kaşlarını kaldırarak.
“Evet,” dedi Ayşe biraz utanarak. “Hayal sandım ama… tekrar ediyor.”
Doktor onu fazla umutlandırmamaya çalıştı.
“Refleks olabilir.”
Ancak test sonuçları gelince… Ayşe haklı çıktı.
“Beyin aktivitesi artmış,” dedi doktor şaşkınlıkla.
“Nörolojik tepkileri güçlenmiş.”
Ayşe’nin kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.
“Yani… uyanıyor!”
“Kesin değil,” dedi doktor. “Ama bu çok iyi bir işaret.”
O gece Ayşe her zamankinden fazla konuştu.
“Seni duyduğunu hissediyorum,” diye fısıldadı.
Ama bilmeden… Mert onu gerçekten duyuyordu.
Sabah… sıcak güneş odanın içine usulca süzülürken Ayşe rutin banyosuna başladı.
Mert’in göğsünü silerken hafifçe gülümsedi:
“Bir köpek sahiplenmeyi düşünüyorum. En azından biri beni dinler, böyle yatıp beni yok saymaz.”
Elini Mert’in bileğine değdirdiği anda…
Bilek birden kapandı.
Ayşe dondu.
Boğazında keskin bir nefes takıldı.
Hafif ama gerçek bir kavrayıştı bu.
“Allahım…”
Ve bir saniye sonra…
Mert’in gözleri açıldı.
Ayşe’nin tüm vücudu buz kesildi.
Aylarca beklediği o an… şimdi gerçekti.
Ve Mert’in mavi gözleri doğrudan ona bakıyordu.
“Kim…?”
Ayşe geri çekildi, su kabı yere düştü.
Alarm düğmesine bastı, doktorlar içeri doluştu.
Kaosun içinde bile Mert’in bakışları Ayşe’yi arıyordu.
Doktorlar sorular soruyor, ışık tutuyor, kas reflekslerine bakıyordu. Ama Mert’in bakışları hep ona dönüyordu.
“Bir şey hatırlıyor musun?” diye sordu Ayşe.
Mert’in zayıf sesi kısık bir hırıltıyla geldi:
“Bilmiyorum… ama seni tanıyor gibi hissediyorum.”
Ayşe’nin içi titredi.
Günler geçti…
Mert hızla güçleniyordu.
Yürümeyi tekrar öğreniyordu.
Her adımda Ayşe yanındaydı.
Ayşe sadece bir hemşire değildi artık.
Mert’in yeniden doğuşunun ışığıydı.
Aralarında açıklanamayan bir çekim, sıcak bir bağ oluşuyordu.
Bahçede yürüdükleri bir akşam… Mert, Ayşe’nin elini tuttu.
“Her şeyimi kaybettim,” dedi.
“Hatıralarımı bile. Ama sana güveniyorum.”
Ayşe’nin kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
O gece Mert korkunç bir anı geri kazandı.
Frenleri…
Koca bir SUV…
Yağmur…
Karanlık…
Ve yol kenarında duran gölgeli bir adam.
Frenler… çalışmıyordu.
Bu bir kaza değildi.
Bir suikasttı.
Ayşe arşiv dosyasını hatırladı.
Frenlerin bilerek bozulduğunu yazan o rapor…
Mert’e hemen anlattı.
Birlikte araştırdılar.
Ve gerçek ortaya çıktı:
Büyük miktarda para…
Kazadan iki gün önce gönderilmiş bir transfer…
Gönderici:
Mert’in üvey kardeşi – Nihat Karaca.
Kıskançlık.
Mirastan pay isteme.
Nefret.
Ve sonunda… ölüm girişimi.
Mert, Nihat’la yüzleşti.
Ayşe de yanındaydı.
Nihat, alaycı bir gülüşle, “Mezardan çıktın demek,” dedi.
Mert artık korkmuyordu.
“Elinde kan var Nihat.”
Polis içeri daldığında Nihat’ın yüzünde tüm renk kayboldu.
“Tutsak edilişini kendin hazırladın,” dedi Mert sakin bir şekilde.
Polis onu kelepçelerken Ayşe, Mert’in yanındaydı.
Kasvetli günler bitmişti.
Mert, Ayşe’ye güzel bir akşam yemeği hazırlamıştı.
Loş ışıklar, gül kokuları, şehir manzarası…
“Sen,” dedi Mert yavaşça, “ben komadayken yalnız değildim. Çünkü sen vardın.”
Parmakları Ayşe’nin eline dokundu.
“Ben seni seviyorum, Ayşe.”
Ayşe’nin gözleri yaşlarla doldu.
Bu sadece bir aşk değil… bir teslim oluştu.
Aylar geçti…
Mert tamamen iyileşti.
Yeniden şirketinin başına geçti.
Ama bu kez yanında Ayşe vardı.
Bir gün, gün batımında…
Mert diz çöktü.
Bir yüzük uzattı.
“Ayşe Munar…
Benimle evlenir misin?”
Ayşe ağlayarak, titreyerek:
“Evet… bin kez evet!” dedi.
Görkemli bir düğün yapıldı.
Ayşe bembeyaz bir gelinlik içinde yürürken Mert onu sanki tüm dünyanın ışığıymış gibi izliyordu.
Nikâh kıyıldı.
Sözler verildi.
Öpüşürken herkes alkışladı.
Bu bir son değil… yepyeni bir başlangıçtı.
Bahçede el ele yürürken Mert kulağına fısıldadı:
“Sen hayatımın en değerli şeyisin.”
Ayşe gözyaşlarını tutamadı.
Artık yalnızlık yoktu.
Acı yoktu.
Tehdit yoktu.
Sadece sevgi vardı.
Ve Ayşe biliyordu:
Mert ile birlikte, sonunda gerçek yuvasına kavuşmuştu.