Çiftliğimin tamamı bir yangında yok olduktan ve kendi kızım da kalmama izin vermeyi reddettikten sonra

“Anne? Neredesin?” dedi.
Daha cümlemi bitirmeden:
“Olduğun yerde kal. Geliyorum,” dedi.
Onu bir arabayla bekliyordum. Fakat gelen beklediğimden çok farklıydı.
Önce helikopterin sesi duyuldu. Komşular kapıya çıktı. Altın detaylı siyah helikopter palmiye ağaçlarının üzerinden inerek kızımın evinin önüne kondu.
Kapı açıldı. Takım elbiseli uzun boylu biri indi. Başta güçlü bir CEO gibi görünüyordu. Güneş gözlüklerini çıkarınca ise yıllar önce “Gerçekten bir yuvam olacak mı?” diye soran o çocuğu tanıdım.
“Anne…” dedi. Tek kelime bile yetti.
Adım Valide, altmış üç yaşındayım.
Bu yaşta, yağmurun altında sırılsıklam olmuş, kendi kızımın kapısında bir gecelik yatak için yalvaracağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Ama hayat önce “Hazır mısın?” diye sormuyor. Bir anda vuruyor, nefesini kesiyor.
Yangın sabaha karşı, saat üç gibi başladı. Öksürerek uyandım, ciğerlerim dumanla yanıyordu. Koridora sendeleyerek çıktığımda alevleri gördüm. Mutfak kapısını yalayan turuncu ışıklar, yıllarca çocuklarımın kahvaltısını hazırladığım o oda, gözümün önünde yanıp yok oluyordu. Çiftliğim, evim, kırk yıllık emeğim kül oluyordu.
İtfaiye geldiğinde kurtarılacak pek bir şey kalmamıştı. Ahır gitmiş, mutfak is içinde yanmış bir iskelet, yatak odaları suyla dolmuştu. Görevli,
“Yangın ana ahırdaki elektrik tesisatından çıkmış,” dedi.
Tek bir arızalı kablo, kırk yılın emeğini, hayalini, anısını güneş doğmadan silip süpürmüştü.
Sigortam da tam değildi. Son yıllar çok zor geçmişti; ışıklar sönmesin, hayvanlar aç kalmasın diye poliçeyi düşürmüştüm. “Durum düzelince yükseltirim,” demiştim. Hiç düzelmedi.
Böylece, hayatımın küllerinin ortasında, üzerimde duman kokan elbiselerle kala kaldım. Ne param vardı, ne planım. Aklımda tek bir düşünce:
Ayşe’ye gitmem lazım.
Ayşe… Tek öz çocuğum. Kucağımda salladığım bebek, saçlarını ördüğüm küçük kız, o pahalı gelinlikle evlenirken gururla izlediğim genç kadın. Eğer dünyada bir kişi bana birkaç günlüğüne kanepe verecekse, o olmalıydı.
Ayşe, İstanbul’un en lüks sitelerinden birinde oturuyordu. Çimlerinde ot bile görünmeyen, her evin önünde süs havuzları olan bir yer. Evi kocaman, mermer merdivenli bir köşk. Parlak taş döşeli giriş, bakımlı bahçe, ortada süs havuzu… Sanki film dekoru.
Hepsi kocası Emre’nin parasıyla alınmıştı. Emre ise bana hep ayakkabısının altına yapışmış çamurmuşum gibi davranan bir adamdı.
Zili çaldım. Eski çantama sıkıca sarıldım, saçlarımdaki duman kokusunu düşünmemeye çalıştım. Yağmur yeniden başlamıştı, bluzumdan içeri sızıyordu ama ben kapıda bekledim.
Kapıyı Emre açtı.
Pahalı takım elbise, kusursuz kravat, gözlerine hiç ulaşmayan yapmacık bir gülümseme.
“Valide,” dedi, kenara çekilmeden. “Burada ne işin var?”
“Yangın çıktı,” diyebildim. Sesimi düz tutmaya çalışıyordum. “Çiftlik yandı. Ev gitti. Her şey gitti. Birkaç gün kalacak bir yer…”
Kısa, keskin bir kahkaha attı.
“Burada mı? Aklını mı kaçırdın?”
“O benim kızım,” dedim, içime işleyen yağmuru hissederek.
Emre, omzunun üzerinden içeri seslendi:
“Ayşe! Annen gelmiş.”
Ayşe çıplak mermer zeminde yalınayak göründü. Üzerinde muhtemelen benim bir aylık kazancım kadar eden ipek elbise vardı. Saçı kusursuz, makyajı kusursuz… Yüzü pek değil.
Beni baştan aşağı süzdü; çamurlu ayakkabılarımdan duman kokan gömleğime kadar. Sanki sokaktan gelen bir yabancıymışım gibi.
“Anne,” dedi, burnunu kırıştırarak. “Sana ne oldu böyle? Pis kokuyorsun.”
Yangını anlattım. Dumana uyanışımı. Çiftliğin yanışını. Her şeyi kaybedişimi.
Bir an için, sadece bir an, kızımın ileri atılıp bana sarılacağını,
“İçeri gir, artık güvendesin,”
diyeceğini sandım.
Onun yerine Emre’ye baktı. Emre küçük bir baş işareti yaptı.
“Burada kalamazsın,” dedi Ayşe, kollarını göğsünde kavuşturarak. “Bu ev çok şık. Komşular ne der?”
“Ne derlermiş?” diye sorabildim.
Emre öne çıktı, kapıyı neredeyse tamamen kapatmış gibiydi.
“Bak Valide,” dedi sahte nezaketle, “burası özel bir site. Evsiz insanlar buralarda dolaşamaz. Kulüpteki arkadaşlarımız, komşular ne der?”
“Ben karının annesiyim,” dedim, sesim titreyerek.
“Sen de çiftliğini kaybetmiş bir köylüsün,” diye sözümü kesti. “Halılarım mahvolur. Evsizlere yer yok bende.”
Sözler, yumruk gibi içime oturdu.
Ayşe’ye döndüm, yalvarır gibi.
Hiçbir şey demedi.
“Lütfen,” diye fısıldadım, yağmur ve gözyaşlarım yanaklarımda karışırken. “Sadece bir yatak. Azıcık bir süre.”
“Barınağa git,” dedi Emre, artık sıkılmış gibi. “Ya da devletin fakirlere verdiği programlardan birine başvur.”
“Fakirler gibi mi?” dedim.
“Evet,” dedi. “Başarısızlar gibi.”
Kapıyı yüzüme kapattı.
Bir süre öylece durdum, beyaz kapıya bakarak. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu, kıyafetlerimden içeri akıyor, sırtımdan aşağı süzülüyordu. Ellerim titriyor, dişlerim birbirine çarpıyordu. Ama hiçbiri, kızımın o kapıyı kapatıp hiçbir şey yapmaması kadar acıtmıyordu.
Yavaşça kaldırıma yürüdüm. Kusursuz çimler, kusursuz havuz, kızımın kusursuz hayatı… Gözyaşlarımdan bulanık görünüyordu. Üşüyordum. Yorgundum. Aşağılanmıştım.
Evim yoktu. Param yoktu. Planım yoktu.
O anda kartı hatırladım.
Yıllardır cüzdanımda taşıdığım kart. O kadar katlanmıştı ki yazılar silinmeye başlamıştı. Titreyen parmaklarımla çıkarıp düzelttim.
Mehmet Yılmaz
Yılmaz Holding – Yönetim Kurulu Başkanı
Mehmet. Benim Mehmet’im.
Sekiz yaşında, küçük bir bavulla, çamurlu ayakkabılarla, korku dolu gözlerle çiftliğime gelen çocuk. Devletin koruma programından, “birkaç haftalığına” diye gönderilen… O “birkaç hafta” on yıla dönmüştü.
Onu öz oğlum gibi büyüttüm. Hayvanlara bakmayı, çamaşır ayırmayı, okuma-yazmayı, tohum ekip hesap yapmayı öğrettim. Sessiz, ürkek bir çocuktan; aklı traktör motorundan hızlı çalışan bir delikanlıya dönüşmesini izledim.
Ayşe, onun varlığını asla affetmedi.
Kalbim çarparken eski telefonumu çıkardım. Ekranı çatlamış, kılıfı soyulmuştu ama hâlâ çalışıyordu. Parmaklarım numaralarda titriyordu.
Ya hatırlamıyorsa?
Ya numara değiştiyse?
Ya çok meşgulse?
Ya bir kere daha rezil olursam?
Yine de aradım.
Bir kez çaldı… İki kez…
“Alo?”
Sesi daha tok, daha kendinden emindi ama tek kelime yetti.
“Mehmet,” dedim kısık sesle. “Ben… Valide.”
Kısa bir sessizlik oldu. Ama boş değildi; dolu, ağır bir sessizlik.
Sonra nefesinin kesildiğini duydum.
“Anne, Valide…”
“Anne” deyişi içimde bir şeyi kırdı.
“Mehmet, yardıma ihtiyacım var,” dedim. Sesimin ne kadar küçük çıktığını duydum, bundan nefret ettim.
“Sadece şunu söyle,” dedi hemen. “Neredesin?”
“İstanbul’dayım,” dedim. “Ayşe’lerin sitesinin önünde. Ben—”
“Sakın kıpırdama,” dedi. “Geliyorum.”
Telefon kapandı.
Yakındaki küçük durağa yürüdüm, ince çatının altına sığındım, yağmurun kaldırıma vuruşunu seyrettim. Aklım istemeden geçmişe gitti.
Geçmiş
On yıllar önce, kocam traktör kazasında ölmüş, geride çiftlik, borçlar ve huysuz bir ergen bırakmıştım: Ayşe. O zamanlar otuz altı yaşındaydım.
Sosyal hizmetlerden aradılar:
“Yetimhanede Mehmet adında bir çocuk var. Sekiz yaşında. Geçici bir aile arıyoruz, kalıcı yer bulunana kadar birkaç haftalığına.”
Mehmet geldiğinde, tekme yememek için tetikte bekleyen sokak köpeği gibiydi. Kocaman koyu gözler, zayıf beden, kollarında görmezden geldiğim izler… Mutfakta sanki her an, “Toplan gidiyoruz,” denecekmiş gibi duruyordu.
“Çok konuşmuyor,” demişti görevli. “Kâbus görüyor.”
Demediği ama benim hemen gördüğüm şey şuydu: Çok zekiydi. Ve sevgiye o kadar açtı ki, ona bakmak bile içimi sızlatıyordu.
İlk gece, yatağında tahta gibi yatıyordu. Ben de yanına oturup eski bir masal kitabı açtım. Konuşmadı ama gözlerinden yaşlar süzüldüğünü gördüm.
Ayşe onu anında sevmedi.
“Niye burada kalmak zorunda?” diye sorup duruyordu. “Tuhaf… Ailemizden değil.”
“Geçici sadece,” diyordum. “Biraz yardım ediyoruz.”
Ama günler haftalara, haftalar aylara döndü. Her aradıklarında: “Henüz kalıcı aile yok… Biraz daha yanında kalsın,” diyorlardı.
Ben de tuttum. Bir yerden sonra “yetimhaneden gelen çocuk” olmaktan çıktı, oğlum oldu.
Şafakla birlikte benimle hayvanlara bakmaya kalkıyordu. Daha on yaşına gelmeden traktör kullanmayı öğrendi. Dokuz yaşında hesap defterlerine yardım etmeye başladı, benden hızlı topluyordu. On yaşında sulamayı düzenleyip su faturasını neredeyse üçte birine indirdi.
“Bu çocuk bir gün büyük adam olacak,” diyordu komşular.
Ben zaten inanıyordum.
Ayşe ise bambaşka bir şey görüyordu: Rakip.
On iki yaşında resmi olarak evlat edindim. Evrakları imzaladığımız gün çekilen fotoğrafta, biraz büyük gelen gömleğiyle Mehmet, kolumu omzuna dolamış ben… İkimiz de kocaman gülüyorduk.
“O benim kardeşim değil,” demişti Ayşe. “Asla olmayacak.”
Mehmet aldırmıyormuş gibi yaptı ama o gece ahırda yüzünü ellerine gömmüş buldum.
“Gitsem mi?” diye sordu usulca. “Ayşe bensiz daha mutlu olur.”
“Hiçbir yere gitmiyorsun,” dedim. “Burası senin evin. Sen benim oğlumsun.”
Ayşe bunu hiç affetmedi.
Mehmet lisede aldı başını gitti. Dereceler, yarışmalar, öğretmenlerin övgüleri… Ayşe ise zar zor sınıf geçiyor, derdiyse alışveriş ve arkadaşlarıydı.
Mehmet büyük bir üniversitede burs kazanınca Ayşe patladı:
“Tabii, her şeyi o alıyor!” diye bağırdı. “O senin asıl çocuğun…”
“İkiniz de benim gerçek çocuklarımsınız,” dedim.
“Yalancı,” dedi. “Onu benden daha çok seviyorsun.”
Mehmet, merdiven başında her şeyi duydu. O gece elindeki burs mektubuna bakıp,
“Belki üniversiteden sonra geri gelmesem daha iyi,” demişti.
“Böyle deme,” diye yalvardım. Ama içindeki yara açılmıştı bir kere.
Sonra yıllar geçti. Mehmet büyük şehirlerde çalıştı, yükseldi, başarılı oldu. Borçlarımı ben söylemeden ödedi. Ayşe ise Emre’ye vardı; parası, kibri bol bir adama.
Bugün – Yağmur Altında Helikopter
Kendi kendime dalmışken gökyüzünden gelen vınlama sesi büyüdü. Önce hayal görüyorum sandım. Ama komşular kapılara çıktı, telefonlarına sarıldı.
Bulutların arasından siyah, parlak bir helikopter indi. Palmiye ağaçlarının ve süs havuzlarının üzerinden dönüp Ayşe’lerin evinin yakınına kondu.
Kalbim ağzımdaydı.
“Yok artık…” diye fısıldadım.
Kapı açıldı, uzun boylu, şık giyimli bir adam indi. Bir süre tanıyamadım. Koyu saçlar, ağır bir duruş, pahalı bir takım elbise…
Sonra güneş gözlüklerini çıkardı.
Aynı koyu gözler. Aynı utangaç gülümseme, sadece derine saklanmış.
“Anne,” dedi. O tek kelimede sesi titredi.
Ne komşuları umursadı, ne yağmuru, ne de üstümdeki eski kıyafeti. Koşup bana sarıldı. Öyle sıkı sarıldı ki nefesim kesildi. Ben de ceketine sarıldım; tanımadığım kolonya kokusunun altında hâlâ tanıdık o çocuğun kokusu vardı.
“Sırılsıklamsın,” diye mırıldandı. “Ne zamandır buradasın?”
“Önemli değil,” dedim, sesim titreyerek. “Sen geldin ya… Yeter.”
“Tabii ki geldim,” dedi. Gözlerimin içine baktı. “Sen benim annemsin. Bu tartışılmaz.”
Kaşmir paltosunu çıkarıp omuzlarıma sardı. Kumaş sıcacıktı; soğuk yağmurun ve daha soğuk reddedilişin tam tersiydi.
“Ne oldu?” diye sordu, ellerimi avuçlarının içine alıp.
Yangını anlattım. Sigortayı. Ayşe’nin kapıyı yüzüme kapatışını. Emre’nin sözlerini…
Bitirdiğimde Mehmet’in gözlerinde yağmurla ilgisi olmayan bir fırtına vardı.
“Ne dediler?” diye sordu sessizce.
“Mehmet, sorun çıkarmak istemiyorum,” dedim hemen. “Sadece—”
“Sen sadece güvenli bir yere sığınmak istedin,” dedi, çenesi kasılarak. “Kendi kızına gittin. Kapıyı kapattı. Bu sorun değil, gerçek.”
Doğruldu.
“Benimle geliyorsun,” dedi. “Artık evindesin. Bir daha kimseden çatısı için yalvarmayacaksın.”
Tam o sırada Ayşe’nin kapısı açıldı. Ayşe yeni bir elbiseyle, Emre arkasında, yüzleri gergin.
“Gürültüyle ilgili bir sorun mu var?” dedi Ayşe yapay bir gülümsemeyle. “Komşular helikopterden şikâyetçi.”
Mehmet yavaşça onlara döndü.
“Ayşe,” dedim tedirgin bir sesle. “Bu Mehmet. Hatırlıyorsun, değil mi?”
Ayşe’nin gülümsemesi dondu. Gözleri Mehmet ile helikopter arasında gidip geldi.
“Mehmet…” dedi kısık sesle. “Mehmet Yılmaz.”
“Merhaba abla,” dedi Mehmet. Sesinde ne sevgi vardı, ne de öfke. Sadece mesafe.
Emre merdivenlerden indi, elini uzattı.
“Ne güzel sürpriz,” dedi. “Emre, Ayşe’nin eşi. Sizi çok duydum.”
Mehmet, uzatılan ele baktı, sonra Emre’nin yüzüne.
“Şüpheliyim,” dedi, elini sıkmadan.
Hava buz kesti.
“Anneni ziyarete gelmen iyi olmuş,” dedi Ayşe, tekrar gülümsemeye çalışarak. “Ama bir dahaki sefere başka yere inersen daha iyi olur. Burası özel bir site, kurallar var—”
“Biliyorum,” diye sözünü kesti Mehmet. “Bu siteyi çok iyi tanıyorum.”
Tonundaki bir şey Ayşe’yi susturdu.
“Burada oturanların çoğu müşterim,” diye devam etti.
“Nasıl yani?” dedi Emre.
“Bu sitedeki ipoteklerin çoğunu finanse eden bankanın sahibiyim,” dedi Mehmet sakince. “Sizinkini de.”
Emre’nin yüzünden kan çekildi.
“Banka… sizin mi?” diye kekeledi.
“Yılmaz Holding,” dedi Mehmet. “Belki duymuşsunuzdur.”
Sonra bana döndü, bakışları yumuşadı.
“Önemli olan şu,” dedi. “Annemin yardıma ihtiyacı vardı. Ben de geldim.”
Emre dayanamadı:
“O senin annen değil,” dedi. “Sadece bir süre bakmış bir kadın.”
Mehmet’in yüzü taş kesildi. Bir adım öne çıktı, Emre geri çekildi.
“Annem hakkında konuşurken dikkatli ol,” dedi alçak sesle.
“Mehmet,” dedim, koluna dokunup. “Boş ver. Değmez.”
Derin bir nefes aldı, geri çekildi.
“Haklısın,” dedi. “Değmez.”
Sonra Ayşe ile Emre’ye döndü:
“Yarın bankadan bir mektup alacaksınız. Dikkatle okumanızı tavsiye ederim.”
“Ne mektubu?” diye sordu Ayşe.
“İpotek şartlarınızla ilgili,” dedi. “Bazı düzensizlikler var gibi görünüyor.”
Emre’nin yüzü bembeyaz oldu.
“Gidelim anne,” dedi Mehmet, kolunu omzuma dolayarak.
Helikoptere doğru yürürken Ayşe’nin sesi arkadan geldi:
“Mehmet! Dur! Konuşabiliriz!”
Mehmet dönmedi. Beni kolunun altında yağmurdan koruyarak yürüdü. O an, o sitede gerçekten önem verdiği tek kişi bendim.
Mehmet’in Evi ve Gerçekler
Mehmet’in evi gösterişli değildi; sakindi, ağırbaşlıydı. Yüksek tavanlar, kitap dolu raflar, büyük pencereler… Zenginlik bağırmıyor, fısıldıyordu. Ama en çok hissettiğim şey şuydu: Burası bir “ev”di.
Bana kuru kıyafetler, sıcak çay verdiler. Mehmet’in çalışma odasında oturduk. Masasında çerçeveli fotoğraflar, ödüller, gazete kupürleri vardı. Tam ortada ise, evlat edinme günü çekilen fotoğrafımız duruyordu. Onu hiçbir zaman kaldırmadığını söyledi.
Sonra ciddileşti.
“Anne,” dedi. “Sana Emre ve Ayşe hakkında bazı şeyler anlatmam gerek.”
Karnıma bir taş oturdu.
“Ne gibi?” diye sordum.
Kalın bir dosya çıkardı. Kâğıtları masaya yaydı.
“Yıllar önce senin durumunu uzaktan takip etmeye başladım,” dedi. “İzin vermezsin diye borçlarını gizlice ödedim. Bu sırada çok çirkin şeyler öğrendim.”
Parmağıyla bir faturayı gösterdi.
“Altı sene önce ahırın elektrik sistemini yeniletmiştin ya?” dedi. “Sana on beş bin lira fatura çıkardılar. İşin gerçek maliyeti altı bin liraydı. Aradaki dokuz bin, Emre’nin cebine gitti. Firma, onun gizli ortağı.”
Sonra başka kâğıtlar: Çit onarımı, su pompası, sigorta poliçeleri…
“Son sekiz yılda senden yüz elli üç bin lira çalmış,” dedi. “Aşırı fatura, gizli komisyon, sahte sigorta…”
Boğazım düğümlendi.
“Bu yüzden mi hep geride kaldım?” dedim. “Bu yüzden mi sigortayı yükseltemedim, evi kaybettim?”
“Evet,” dedi Mehmet yumuşak bir sesle. “Yangını o çıkarmadı ama o seni savunmasız bıraktı.”
“Peki Ayşe biliyor muydu?” diye sordum.
Mehmet gözlerimin içine baktı.
“Biliyordu,” dedi. “Ortak hesap dökümlerini gördüm. Senin soyulduğun günlerde, hesaba para giriyor, sonra mücevherlere, tatillere, arabalara gidiyor.”
İçimde kırılan bir şeyin sesi geldi.
“Niye?” diyebildim sadece.
“Çünkü seni saf ve çaresiz sandılar,” dedi. “Ve senin arkanda kimsenin durmayacağını.”
Sonra derin bir nefes alıp ekledi:
“Ama yanıldılar.”
Mehmet, Emre ve Ayşe’yle yüzleşmek istiyordu. Bana sordu:
“Hazır mısın?”
Kapının yüzüme kapanışını, “başarısızlık” sözcüğünü hatırladım.
“Hazırım,” dedim.
Yüzleşme ve Karar
Ertesi gün tekrar Ayşe’lerin evine gittik. Bu defa kapıda kimse kibirli değildi. Daha zile basmadan Ayşe kapıyı açtı.
“Anne,” dedi, gözleri şiş. “Geldiğiniz için teşekkür ederim.”
Yanında Mehmet’in durduğunu hissettim. İçimde ilk kez yerli yerine oturan bir ağırlık vardı.
Salona geçtik. Mehmet telefonu masaya koydu.
“Konuşmamız kaydedilecek,” dedi. “Herkes için daha güvenli.”
Emre’nin yüzü soldu.
Mehmet, tek tek belgeleri önlerine koydu. Fazla faturalar, gizli ödemeler, lüks harcamalar…
“Annemden yüz elli üç bin lira çalmışsınız,” dedi. “Faiziyle birlikte iki yüz bin lira. Ya bunu otuz gün içinde ödersiniz ya da bu evi anneme devredersiniz. Yoksa bu dosya savcılığa gider.”
Ayşe ağlıyor, Emre kekeleyerek bahane üretmeye çalışıyordu. Onları izlerken içimde bir şey tuhaf biçimde sakindi.
“Bu ev,” dedi Mehmet, “annemin hakkı. Çalınan parayla kurduğunuz hayat bitiyor.”
En sonunda, Emre ve Ayşe, titreyen ellerle tapu devri evraklarını imzaladı. Evin yeni sahibi ben oldum.
Ayşe ağlayarak,
“Anne, bir gün beni affedersin,” dedi.
Ona baktım, yılların ağırlığı içimden geçti.
“Affedilecek bir şey kalmadı,” dedim. “Çünkü artık umursamıyorum.”
Bu, konuştuğumuz son gündü.
Altı Ay Sonra
Şimdi, bir zamanlar Ayşe’lerin olan evin bahçesindeyim. Havuz yok; yerine güller ve meyve ağaçları diktim. Artık burası gerçekten benim evim.
Ayşe ve Emre, daha mütevazı bir semtte küçük bir daireye taşındılar. Emre, güvenini kaybettiği için doğru düzgün iş bulamıyormuş. Ayşe, bir muayenehanede resepsiyonluk yapıyormuş. Duyuyorum ama içim ne sızlıyor, ne sevinç duyuyor. Sadece… nötrüm.
Her cuma, Mehmet’in arabasının sesini duyuyorum. Elinde çiçekler ve benim sevdiğim bir şişe içecekle geliyor.
“Merhaba anne,” deyip yanağımdan öpüyor.
Birlikte yemek yapıyoruz. Oturduğumuz masa yeni ama sohbet eski. Çocukluğundan, işten, hayallerinden bahsediyoruz.
“Haftan nasıldı?” diyorum.
“Yoğundu,” diyor. “Anadolu’daki bir arsayı aldık. Orta gelirli aileler için konut yapacağız. Gerçek insanlar için gerçek evler.”
Göğsüm kabarıyor.
Sonra telefonundaki bir fotoğrafı gösteriyor. Parmakta sade bir yüzük.
“Şirketteki Sevgi var ya,” diyor. “Ona evlenme teklif ettim. Kabul etti. Düğün hazırlıklarında bize yardım eder misin?”
Gözlerim doluyor.
“Seve seve,” diyorum. “Hem de nasıl.”
Bir süre sonra, bana bir haber daha veriyor:
“Düğünden sonra çocuk istiyoruz,” diyor. “Ve onların seninle büyümesini… istiyoruz. Benim sahip olduğum anneye, onların da sahip olmasını istiyorum.”
“Emin misiniz?” diye soruyorum.
“Elbette,” diyor. “Çocuklarım aile denen şeyin sadece kan olmadığını, seçilen insanlar olduğunu bilerek büyüsün.”
“Büyükanne olacağım,” diyorum kendi kendime. Kelime içimde usulca yerini buluyor.
O gece odama çıktığımda, şifonyerin üstünde duran çerçeveye bakıyorum. Evlat edinme günü çekilen fotoğraf. Mehmet’in utangaç gülüşü, benim kollarım boynunda…
Bir zamanlar Ayşe’nin fotoğraflarını da bu evde tutardım. Şimdi bir kutuda, dolabın içinde duruyorlar. Ne kinle yırtabildiğim, ne de duvara asabildiğim anılar… Sadece, “böyle de oldu” demek için yeterince saklanıyorlar.
Baharda, Mehmet ile Sevgi bu bahçede evleniyor. Misafirler, gerçekten seven, değer veren insanlar. Ayşe yok. Eksikliğini hissetmiyorum.
Nikâh memuru,
“İtirazı olan var mı?”
diye sorduğunda, eskiden “ailem” dediğim kişilerin oturacağını sandığım boş sandalyelere bakıyorum. Ve ilk defa yokluk, canımı acıtmıyor.
Mehmet gelip bana sarılıyor.
“Gerçek sevginin ne olduğunu sen öğrettin,” diyor. “Ailenin seçilebileceğini de…”
“Beni seçtiğin için teşekkür ederim,” diyorum.
O gece bahçede tek başıma otururken, gül yaprakları çimlerin üzerine düşüyor. İleride bu evde henüz doğmamış torunlarımın koştuğunu hayal ediyorum. Onlara çiçek dikmeyi, toprağı sevmeyi, kendilerini korumayı öğreteceğim.
Bana hayat veren kadının kim olduğunu, nerede olduğunu bilmiyorum. Ama kim olduğumu biliyorum:
Kendini, seçtiği çocuğu sevdiği kadar sevmeyi öğrenmiş bir kadın.
Ve bu seçilmiş sevgiden kurulu hayat, döktüğüm her gözyaşına değdi.
Pages: 1 2

Son yorumlar