Elli senelik ömrümde çok aç da kaldım

Damadımın yüzü simsiyah öfkeyle doluydu. Gözleri fırlamış, dişleri sıkılıydı.
“Ver onu bana!” diye gürledi. “Karım benimdir, geri gelicek!”

Kızım titredi. Bana daha sıkı sarıldı.
“Ana, bırakma beni… ölürüm vallahi.”

O an içimde yıllardır sakladığım bütün sabır çatırdadı. Ellerimle damadın önüne durdum.
“Bundan böyle bu kapıdan içeri giremezsin” dedim. Sesim titriyordu ama yüreğim dağ gibi olmuştu.

O, küfretti, kapıya tekme vurdu, komşular ışıklarını yaktı. Ama ben göğsümü siper ettim.
“Kızımı senin zulmüne göndermem gayrı! Çeyizini elimle dizdim, yüreğimi üstüne serdim… Ama şimdi çeyiz de yansa, ev de dağılasa, evladımın canı sana kalmaz!”

Kızım hıçkırıyordu, kucağındaki bebek uyanmış, ciğerleri yırtarcasına ağlıyordu. Komşular toplandı, damadımı uzaklaştırdılar.

O gece kızımı yanıma aldım. Sabaha kadar ağlaştık. Gözlerim yanıyordu, ellerim titriyordu.
“Bunca yıldır çektin kızım… niye sustun?” dedim.

Kızım başını göğsüme dayadı:
“Ana… utandım. ‘Kızını dövüyolar’ derler diye korktum. Sana yük olmıyım dedim. Ama artık gücüm kalmadı.”

İçim parçalandı. Ben ona mutlu olsun diye çeyiz hazırlamıştım, o çeyizin her dikişi şimdi gözümde birer zincir oldu.

Sabah ezanı okunurken kızım kucağında bebeğiyle bana baktı:
“Ana… ben geri dönmem gayrı. Ne derlerse desinler. Yeter ki sen yanımda dur.”

Ben de gözyaşımı sildim, başımı göğe kaldırdım:
“Rabbim, yuva diye yıkılan bu duvarların altında evladımı ezdirme. Çeyizini ben ellerimle yakarım ama kızımı sana kurban ettirmem.”

Ve o gün anladım ki… bazen bir ananın en büyük duası, evlat yuvası kurmak değil, evladını sağ salim kucağında tutabilmekmiş.