Her gün işe giderken yolumun üzerinde
Dul bir kadın olarak ilk bayramımın sessiz ve öngörülebilir geçmesi gerekiyordu:
Kütüphanede çalışmak, akşam boş bir eve dönmek, ertesi gün aynısını tekrar etmek.
Ama her sabah sandviç verdiğim, kütüphane kapısının yanındaki bankta oturan yaşlı adam, her şeyi bir anda değiştirdi.
Eşimi üç ay önce kanserden kaybetmiştim.
Ve arife günü, “evsiz” sandığım bu adam bana eve gitmememi söyledi.
Bu, dul olarak geçirdiğim ilk bayramdı.
Benim adım Zeynep.
35 yaşındayım ve bu, eşim olmadan geçirdiğim ilk bayram.
Eşimle sekiz yıl evliydik.
Son iki yıl ise kelimelerin anlamını yitirdiği bir dönemdi: kemoterapi, tetkikler, hastane koridorları, kötü çaylar ve “dayanıklı” kelimesinin sürekli tekrar edilmesi.
Sonra bir sabah… uyanmadı.
Cenazeden sonra küçük evimiz bir dekor gibiydi.
Sandalyenin arkasına asılı ceketi hâlâ oradaydı.
Ayakkabıları kapının yanında duruyordu.
Diş fırçası benimkinin yanındaydı, sanki birazdan geri dönecekmiş gibi.
Ama kredi borcu yas tutmamı umursamadı.
Paramparça hâlimle ayakta durabilmek için kasaba kütüphanesinde yardımcı görevli olarak işe girdim.
Sessiz, kimsenin dikkatini çekmeyen bir işti.
Kitapları rafa diziyor, yazıcı sıkışmalarını açıyor, aralarda ağlamamaya çalışıyordum.
Onu ilk orada gördüm.
İlk hafta sadece yanından geçtim.
Kütüphane kapısının yanındaki bankta oturan yaşlı bir adamdı.
Gri saçları vardı, başında yün bir bere, üstünde eskimiş kahverengi bir ceket…
Parmakları açık eldivenler takıyordu.
Hep aynı katlanmış gazeteyi okuyordu.
İkinci hafta çantamda birkaç lira buldum, önündeki karton bardağa bıraktım.
Başını kaldırdı.
Gözleri beklediğimden daha canlı ve keskindi.
“Kendine iyi bak, kızım,” dedi.
Ertesi gün ona bir sandviç ve ucuz bir çay getirdim.
“Evde yaptım,” dedim. “Pek süslü değil.”
İki eliyle aldı.
“Sağ ol,” dedi.
“Kendine iyi bak, kızım.”
Bu, aramızda sessiz bir ritüele dönüştü.
Otobüsten iner, paylaşabildiğim ne varsa ona uzatırdım.
Garip bir şekilde, insanların söylediği bütün “çok güçlüsün” cümlelerinden daha çok işe yarıyordu bu.
O hep başını sallardı.
“Kendine iyi bak, kızım.”
Aralık ayı geldi.
Kasaba yavaşladı.
Kütüphaneye çocuklar girdi çıktı, sokaklar sessizleşti.
Ben ise her akşam bana fazla büyük gelen eve döndüm.
Arife günü soğuk acımasızdı.
Evde eski bir polar battaniye buldum, bir termosa çay doldurdum, sandviç yaptım, birkaç kurabiyeyi poşete koyup çantama attım.
Bankta oturuyordu.
Omuzları düşüktü, gazete dizlerinden sarkıyordu.
“Biraz takviye getirdim,” dedim.
Battaniyeyi dizlerine serdim, termosu uzattım.
Ellerinin titrediğini fark ettim.
Önce soğuktandır sandım.
Sonra başını kaldırdı ve yüzündeki ifadeyi gördüm.
Korku.
Gerçek korku.
“Lütfen bugün eve gitme,” dedi.
Sonra adımı söyledi.
Mideme bir yumruk yemiş gibi oldum.
“Adımı sana hiç söylemedim,” dedim.
“Beni nereden tanıyorsun?”
Yutkundu.
“Kız kardeşinin yanında kal.”
“Bu gece evinde uyuma,” dedi.
“Bir akrabada, bir arkadaşta… neresi olursa.”
Ensem buz kesti.
“Bir kız kardeşim olduğunu nereden biliyorsun?”
“Yarın anlatırım,” dedi yorgun bir gülümsemeyle.
“Bunu böyle öğrenmeni istemezdim. Daha çok canını yakar.”
“Ne öğreneceğim?” diye çıkıştım.
“Sen kimsin?”
Gözleri yumuşadı.
“Eşinle ilgili,” dedi.
“Onun hakkında.”
Boğazım düğümlendi.
“Eşim öldü,” dedim fısıltıyla.
“Biliyorum,” dedi.
“Bu yüzden buradayım.” Ayağa kalktı..Devamını okumak içn diğer sayfaya gecebilirisiniz..


Son yorumlar