İnsan mutlu olduğu şeyi yapmalı

Elini tuttuğum o an, zaman garip biçimde yavaşladı. Gençti, ürkekti… Bense yılların ardından ilk kez bu kadar cesurdum. Parmağımın altında hafifçe titredi. Geri çekileceğini sandım, ama çekilmedi. Sessizlik, evimin koridorlarına kadar uzandı. “Düşüneceğim,” dedi sonunda. Sesi yorgun ama umutluydu. O cümlenin içinde, bana söylemediği bütün hikâyeler vardı—yoksulluk, gurur, hayatta kalma mücadelesi, hayal kırıkları… Benim içinse bir kapı aralanmıştı, ama tamamen açılmamıştı. Ertesi gün mesaj atmadım. Onu sıkmak istemedim. Ama elim telefona gidip durdu. Kendime kızdım—elli yaşına gelmiş bir kadının bir delikanlıyı beklemesi… Ne tuhaf, ne gülünç. Yine de içimde büyüyen o heyecanı inkâr edemezdim. Üçüncü gün sabah erkenden kapım çaldı. Açtığımda elinde küçük bir not defteri vardı. “Bahçede birkaç şey eksik kalmış,” dedi. Bahane olduğunu biliyordum. İçeri davet etmeden önce kısa bir tereddüt yaşadım—bu kez ne olacağını bilmiyordum. Bahçeye çıktık. Çalıların arasında çalışırken rüzgar saçlarını dağıtıyordu. Güneş tenine vuruyor, ben ise izlememeye çalıştıkça daha çok izliyordum. İçimde hem utanç hem canlılık vardı. Gençliğin insanı böylesine sarhoş edebildiğini unutmuşum. Bir ara durdu, bana döndü. “Size minnettarım,” dedi. “O gün verdiğiniz para… aç kalmayacaktım en azından. Ama ben kimsenin sadakasını istemem.” Kalbim sızladı. “Sadaka değil,” dedim. “Değer verdiğim birine yardım etmekti.” Gözlerindeki şaşkınlığı gördüm. Ona “değer verdiğim” demem, beklemediği kadar ağır gelmişti. Sonra yere oturdu, avuçlarına baktı. “Hayatım boyunca bir şeyleri hak etmeye çalıştım,” dedi. “Ama kazanamıyorum. Hep ya geç kalıyorum ya da eksik kalıyorum.” Yanına oturdum, sessizce. Yıllar içinde öğrendiğim bir şey vardı: Bazen teselli cümleleri işe yaramazdı, insan sadece duyulmak isterdi. “Eksik değilsin,” dedim. “Sadece yalnızsın. Ben de öyleyim.” O an bana baktı. Bu kez farklıydı—korku değil, kabulleniş vardı bakışında. İçimde ağır ama huzurlu bir sıcaklık yayıldı. O akşam gitmedi. Çay demledim, mutfakta karşılıklı oturduk. Uzun süre konuşmadık. Sessizlik rahatsız etmiyordu artık. Beni yıllardır en çok şaşırtan şey de buydu—onunla susmak bile güzeldi. Sonra, kendiliğinden anlattı. Üniversiteye kabul edilişini, evdeki kavgaları, para sıkıntısını, geceleri uyuyamadığını… Başını eğip utanarak söyledi: “Bazen biri beni fark etsin istiyorum. Sadece var olduğumu bilsin.” Sözler boğazımda düğümlendi. Çünkü onda kendimi gördüm—yıllar önceki halimi. Evliliğim bitmeden önce bile kimse beni fark etmiyordu. Aynı evde yaşayıp görünmez olmak… en acı yalnızlık buydu. “Ben seni görüyorum,” dedim. Bir insanın yüzü böyle mi aydınlanır? İçimde bir şey kırıldı, başka bir şey filizlendi. Bu ilişki ne isim alır bilmiyordum—aşk mı, ihtiyaç mı, tesadüf mü? Ama gerçekti. O gece kapıdan çıkmadan önce durdu, bana yaklaştı. Yüzüme değil, ellerime baktı. “Bunu istiyor musunuz? Yoksa sadece acıdığınız için mi?” diye sordu. Gülümsemedim, ciddiyetimi hissetsin istedim. “Acıdığım için değil. Çünkü sen hayatıma geldiğinden beri evim daha sıcak.” Derin bir nefes aldı, başıyla selam verir gibi eğildi ve gitti. Kapı kapandığında kalbim göğsüme sığmayacak gibiydi. Utandım, sevindim, korktum, gençleştim—hepsi aynı anda. Aynada kendime baktım; yüzümde uzun zamandır görmediğim bir ifade vardı: umut. O günden sonra hayatım değişti. Her sabah mesaj beklemeye başladım. Bahane uydurarak ben de mesaj attım. “Gübresiz domates olmazmış doğru mu?” “Lavabonun contasını nereden alıyorduk?” “Kedim kaybolmuş olabilir mi?” Biliyorum, komikti. Ama insan umut ettiğinde aptallaşabiliyor. Ve o hep geldi. Bahçeme, soframa, sessizliğime… İçime. Bazen düşünüyorum—ben mi onu kurtardım, yoksa o mu beni? Belki ikimiz de birbirimizin sığınağıydık. Dünyanın ortasında iki yabancı, aynı yarayı taşıyan iki ruh… Hâlâ korkularım var. İnsanlar ne der, yaş farkı, geleceği var… Biliyorum. Ama hayat çok kez elimden kaçtı. Belki de ilk kez yakalamaya cesaret ediyorum. Ve eğer bir gün kapımı yeniden çalarsa, bu kez bekletmeden açacağım.

Son yorumlar