Oğluma ev aldım ama meğer başımıza dert almışım…

jhjhjhj

Biz o evi alırken Serkan’ın geleceğini, alın terimizi, yılların birikimini koymuştuk ortaya; onlar ise o emeği bir “güvence” pazarlığına dönüştürmüştü.
Levent boğazını temizledi ve o sakin ama sarsılmaz sesiyle konuştu:
“Gönül Hanım, haklısınız. Ekonomi devri. Biz de bu akşam tam bunu konuşacaktık. Aslında biz Serkan’a söylemedik ama İstanbul’daki işlerimiz beklediğimiz gibi gitmiyor. Emeklilik planlarımızı öne çekmeye karar verdik. Bu yüzden bu evi satma kararı aldık ama İncek’ten ev almak için değil.”
Masaya bir sessizlik çöktü. Melis’in yüzündeki o yapmacık gülümseme yavaş yavaş dondu. Gönül Hanım kaşlarını çattı. Levent devam etti:
“Bu evi satıp parasını bankaya koyacağız. Gelen faizle de ben ve hanım, Ege’de küçük bir yere yerleşip emekliliğimizin tadını çıkaracağız. Serkan artık koca adam, kendi ayaklan üzerinde durabiliyor. Melis gibi ‘kaliteyi seven’ bir hanımefendiyle evleniyorsa, ona layık hayatı kendi imkanlarıyla sunacaktır eminim. Biz de düğünde altınımızı takar, duamızı ederiz.”
Gönül Hanım’ın yüzü bir anda kireç gibi oldu. “Nasıl yani? Ev onlara kalmayacak mı?” diye sordu, sesi artık o kadar da zarif gelmiyordu.
“Hayır,” dedim ben de söze girerek. “Eğer bu ev Melis için yeterince iyi değilse, çocuklarımızı burada zoria oturtup onian mutsuz etmeye hakkımız yok. Serkan
kendi evini tutar, eşini de istediği o lüks sitelere götürür. Biz Serkan’a güveniyoruz.”
O gece o yemekten sonra olanlar tam bir ibret vesikasıydı. Gönül Hanım ve Melis, nezaket maskelerini vestiyerde unutup gitmişlerdi. Melis, “Ben bu şartlarda evienemem, geleceğim garanti altında olmalı” diye ağlama krizlerine girdi. Gönül Hanım ise “Bizi buraya bu döküntü ev için mi çağırdınız?” diyerek gerçek yüzünü gösterdi. Serkan şaşkındı, bir yanda sevdiği kadın, diğer yanda ömrünü ona adayan ailesi…
Ertesi gün Serkan’ı karşımıza aldık. Ona gerçekten işlerimizin kötü gitmediğini ama bir test yapmamız gerektiğini anlattık. “Oğlum,” dedi Levent, “Biz bu evi sana veririz, canımız feda. Ama seninle değil de senin tapunla evlenmek isteyen bir aileye bu emeği yedirmeyiz. Eğer Melis seni seviyorsa, seninle 1 + 1 kiralık bir evde de mutlu olur. Eğer derdi ‘İncek’teki tapu’ ise, o zaman sen Serkan olduğun için değil, bir mülk sahibi olduğun için değerlisin demektir.”
Serkan bir hafta boyunca bizimle konuşmadı. Ankara’da kaldı, Melis ile görüştü. Biz İstanbul’a döndük ama kulağımız hep ondaydı. Kızım Lale, bir akşam yanıma gelip, “Anne, Melis’in annesinin sosyal medya hesaplarını inceledim. Kadın sürekli lüks hayat paylaşıyor ama oturdukları ev aslında ipotekliymiş, babasının şirketi de zordaymış. Yani aslında senin evi satıp parayı kendi üzerlerine geçirme ya da o evi teminat gösterme peşindeler,” dedi.
Duyduklarım karşısında ürperdim. Meğer “şıklık” ve “zarafet” dedikleri şey, bizim emeğimizin üzerine kurulmuş bir borç batağını kapatma operasyonuymuş.
Bir ay sonra Serkan kapımızda belirdi. Elinde küçük bir valiz, gözleri kan çanağı gibi… Melis, “Evin tapusu düğün günü masaya gelmezse bu iş biter” demiş, Gönül Hanım ise Serkan’ı yetersizlikle suçlamıştı. Serkan o an her şeyi anlamıştı.
“Anne, baba… Özür dilerim,” dedi Serkan, boynumuza sarılarak, “Ben zarafeti kıyafetlerde, görgüyü pahalı latte’lerde sanmıştım. Ama asıl zarafet sizin onca yıl bana kimseye muhtaç olmadan yaşatmanızmış. Meğer ben bir yuva değil, bir vitrin kurmaya çalışıyormuşum.”
O gün Serkan o evi boşalttı. Biz evi satmadık, gerçekten de kiraya verdik. Serkan ise Ankara’da daha küçük, mütevazı bir daire kiraladı. Kendi maaşıyla, kendi mobilyalarını aldı. Melis ve annesi mi? Onlar yeni bir “yatırımlık damat” adayı bulmak için çoktan başka sulara yelken açmışlardı bile.
Aradan bir yıl geçti. Geçen hafta Serkan bizi aradı. Sesi hiç olmadığı kadar huzurlu geliyordu. “Anne,” dedi, “İş yerinden bir arkadaşımla nişanlandık. Adı Elif.
Senden tek bir isteği var; nişan yemeğini o eski evde, senin yaptığın zeytinyağlılarla yemek istiyor. O evin ruhu var anne, senin emeğin var diyor.”
Gözlerim doldu. O an anladım ki, bir evi “malikane” yapan şey ne metrekaresi, ne de bulunduğu semtti. Bir evi gerçek bir yuva yapan şey, içindeki insanların birbirinin tapusuna değil, kalbine bakmasıydı.
Emanet çatı artık sadece bir beton yığını değildi; bizim için doğruluğun, sabrın ve gerçek sevginin sınavından geçmiş bir kaleydi. Artık huzurla emekli olabiliriz, çünkü biliyoruz ki evladımız mülkün değil, emeğin ve vefanın kıymetini öğrendi.