Portrede ki çocuğu tanıyorum

q1s 1

Dominic irkildi. “Onu tanıyor musun? Bu imkânsız.” Rosa elini göğsüne bastı. “Teksas’taki Saint Brigid Yetimhanesi’nde benimle birlikte kalıyordu. Ona Eli derdik.” Dominic’in dünyası bir anda sarsıldı. “Eli mi?” diye tekrarladı. “Evet,” dedi Rosa, sesi titreyerek. “Ve hep kendisine ‘benim küçük yıldızım’ diyen bir ağabeyi olduğunu söylerdi.” Dominic’in dizlerinin bağı çözüldü. Bu, Mason’a taktığı isimdi. Gerçek, fırtına gibi üstüne çöktü.

“Efendim,” dedi Rosa hıçkırıklarla, “o tabloda gördüğünüz çocuğun hayatta olduğuna inanıyorum.” Dominic o gece hiç uyuyamadı. Anılar birbiri ardına geldi—annesinin piyanoda titreyen elleri, babasının kırık sesi, akşam yemeklerindeki boş sandalye. Eğer Rosa doğruysa, Mason—onun Mason’ı—tüm bu yıllar boyunca bir yerlerdeydi.

Ertesi sabah, Rosa’yı çalışma odasına çağırdı. “Bana her şeyi anlat,” dedi. Rosa, çocuğun yaklaşık altı yaşındayken bir kadın tarafından bırakıldığını açıkladı. Kadın, çocuğun ailesinin bir kazada öldüğünü söylemişti. Çocuğun hiçbir belgesi yoktu. Soyadı bile yoktu. Ama sürekli aynı şeylerin resmini çiziyordu: Bir müzik odası. Bir piyano. Tepede bir ev. Ve iki kardeş. “Her zaman bir gün ağabeyinin onu bulacağına inanıyordu,” diye fısıldadı Rosa. Dominic’in boğazı düğümlendi. Ama bir gece, büyük çocuklar tarafından zorbalığa uğradıktan sonra Eli kaçmış ve ortadan kaybolmuştu. Gidilebilecek tek yer vardı—yetimhanenin kendisi. Birlikte Teksas’a yolculuk ettiler. Saint Brigid yaşlanmıştı; boyası dökülmüş, bahçesi bomboştu. Ancak başrahibe Sister Agnes, Mason’ı hemen tanımıştı.

“Evet… O çocuk, bizim Eli dediğimiz çocuktu.” Onlara tozlu bir klasör getirdi. İçinde tek bir çizim vardı: Bir piyanonun yanında el ele duran iki çocuk. Altında, titrek bir yazıyla: “Benim adım Mason Hale. Ağabeyim beni bulacak.” Dominic gözyaşlarına boğuldu. Sister Agnes sonra başka bir şey daha söyledi: Yıllar sonra, Mason’a uyan bir çocuk otoyol yakınında yaralı bulunmuştu. Hastane kayıtlarında adı Mason Eli Hale olarak geçiyordu.

İyileştikten sonra ayrılmış—güneybatı yönüne gitmişti. Otuz yıl sonra ilk gerçek iz. “Onu bulacağız,” dedi Dominic. “Ne pahasına olursa olsun.” Arayışları eyaletler boyunca sürdü. Aylar geçti. Umut azaldı ama hiç tükenmedi.

Sonunda, New Mexico’da küçük bir sanat kasabasında, Rosa bir anda Dominic’in kolunu tuttu. “Efendim… şurada.” Çizgili bir tentenin altında, küçük bir kızın portresini yapan bir adam oturuyordu. Saçları uzamış, kıyafetleri sade ama gözleri… Dominic’in kalbi duracak gibi oldu. O oydu. Rosa yaklaştı. “Eli,” dedi yumuşak bir sesle. Adam başını kaldırdı. Gözlerinde tanıdıklık belirdi—yavaş, temkinli, yeniden yanan bir ışık gibi. Sonra Dominic öne çıktı, sesi titriyordu: “Mason… benim.” Adamın gözleri doldu. Dominic ona çocukluk çizimini uzattı. “Ben… bunu çizdiğimi

hatırlıyorum,” dedi Mason fısıltıyla. “İsimleri hatırlamıyordum. Ama sevildiğimi hatırlıyordum.” Dominic onu uzun, titreyen bir sarılışa çekti—onca yılın acısının bile koparamadığı bir sarılış. O an zaman durdu. İki kardeş.

Sonunda yeniden bir arada. Aylar sonra Mason, Dominic’in evine taşındı. Yirmi yıldan fazla süredir sessiz olan annelerinin piyanosu yeniden çalmaya başladı. Güvenlerini yeniden kurdular, birbirlerinin ritmini öğrendiler ve zamanın açtığı yaraları yavaşça, nazikçe onardılar. İntikam peşinde koşmak yerine, Dominic annelerinin adını taşıyan Marietta Vakfı’nı kurdu—kaybolan çocukları aileleriyle buluşturmaya adanmış bir kuruluş. Açılış töreninde Mason usulca şöyle dedi: “Sevgi kaybolmaz. Sadece bekler.”