Köy yolunun kenarına her zamanki gibi küçük tahta kasamı koydum

ed

Sabahın ayazı kemiklerime işlediğinde henüz horozlar bile tam susmamıştı. Toprağın üstüne düşen çiğ, ayağımın altındaki çarıkları ıslatıyordu. Her sabah olduğu gibi yine erkenden kalkmış, tandırda iki parça ekmek ısıtmış, sonra bahçeye inmiştim. Domatesleri tek tek seçerken, biberlerin çürüğünü ayırırken içimde tarif edemediğim bir sıkıntı vardı. Sanki bugün, sıradan bir gün olmayacaktı.
Ben Hatice’yim. Bu köyde doğdum, bu köyde genç oldum, bu köyde yaşlandım. Kocamı yıllar önce toprağa verdim, çocuklarım şehre gitti. Geriye bu toprak kaldı, bir de alışkanlıklarım. Alışkanlık dediğin şey bazen insanın tek dayanağı oluyor.

Sebzeleri kasaya yerleştirirken ellerim titriyordu. Yaştan mı, yorgunluktan mı bilmem. Domatesleri kırmızılarına göre dizdim; biberleri yan yana koydum. “Alan da razı, satan da razı olsun” diye içimden geçirdim. Sonra kasayı omzuma aldım, köy yolunun kenarına doğru yürüdüm. Aynı yere, aynı taşa her gün otururdum. Sanki yol beni tanırdı artık.
Gelen geçen oldu. Bir traktör geçti, el salladım. Bir komşu kadın durdu, iki kilo patates aldı. Pazarlık bile etmedi, o da benim gibi yaşlanmıştı çünkü. Öğleye doğru güneş yükseldi, başımdaki yazma terle ıslandı. İçimdeki sıkıntıysa gitmedi, aksine büyüdü.

Derken uzaktan bir motor sesi duydum. Ama bu, alışık olduğumuz kamyon ya da traktör sesi değildi. Yolun tozu havalandı, siyah bir cip belirdi. Parlak, iri, köy yoluna fazla yakışmayan bir şeydi bu. Yavaşladı, tam önümde durdu.
Kalbim hızlandı. Nedenini bilmiyorum ama o an içimde tuhaf bir ürperti oldu.
Cam açıldı. İçinden orta yaşlı bir adam baktı bana. Üstü başı tertipliydi, gözlükleri pahalıydı belli. Ama gözleri… gözleri tanıdık geldi bana. Bir an geçmişten bir kapı aralandı sanki.
“Kolay gelsin teyze,” dedi.
“Sağ ol evladım,” dedim, başımı hafifçe eğerek.
Arabadan indi. Sebzelere yaklaştı, kasanın başında durdu. Hiç konuşmadan domateslere, biberlere baktı. Ellerini arkasında bağlamıştı. O sessizlik beni rahatsız etti.
“Ucuzdur,” dedim. “Tazedir, bahçeden sabah topladım.”
Gülümsedi. “Belli,” dedi. “Hepsi emek.”
Sonra hiç beklemediğim bir şey söyledi:
“Hepsini alıyorum.”
Şaşırdım. “Nasıl yani?” dedim. “Evladım bu kadar sebzeyi ne yapacaksın?”
Cevap vermeden cüzdanını çıkardı. İçinden para aldı, kasanın üstüne koydu. Gözlerim paraya kaydı. Yüreğim sıkıştı. O para… benim aylarca kazandığımdan fazlaydı.
“Yok,” dedim sertçe. “Bu olmaz. Ben bunu alamam.”
Elimi paranın üstüne koyup geri ittirdim. Gururum vardı benim. Yıllardır kimseye el açmamıştım.
“Sebzenin değeri bu değil,” dedim. “Yanlış yaptın.”

Adam bana uzun uzun baktı. O bakışta acı vardı, özlem vardı, bir şey daha vardı ama adını koyamıyordum.
“Alacaksın,” dedi sakin ama kararlı bir sesle. “Lütfen.”
İçimde bir öfke kabardı. “Ben sadaka almam!” dedim. “Emeğimin karşılığını alırım.”
O an yüzü değişti. Sertleşmedi ama derinleşti. Sanki yıllardır taşıdığı bir yük omzundan kaymış gibi derin bir nefes aldı.
“Adın Hatice mi?” dedi.
Dünya başıma yıkıldı.
“Evet,” dedim kısık bir sesle. “Sen nereden bilirsin?”
Bir adım geri çekildi. Gözleri doldu. “Annem,” dedi. “Annem seni anlatırdı.”
Dizlerim titredi. Oturduğum taş bir anda ağırlaştı sanki.Devamını okumak için diğer sayfaya gecebilirisiniz..